29 Şubat 2008 Cuma

İnceleme: Devil May Cry 4 (Xbox 360)



Yazan: Ömer
Tür: Aksiyon
Yapımcı: Capcom
Dağıtımcı: Capcom
PEGİ: 16+

PlayStation 3'ün duyurulması ile beraber hayranlarının salyalarını akıtan stylish action oyunumuz sonunda karşımızda. Yepyeni bir ana karakter, yeni yetenekler ve kısmen değişen oyun yapısıyla. Yeni ama aslında oldukça eski Devil May Cry 4 yeni neslin acımasız dünyasında bakalım ne kadar başarılı olabilecek...

Devil May Cry 2'nin ardından yıllar geçmiş, Dante'yi tanımayan bir nesil yetişmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan Order of the Sword ise Dante'nin babası "ilk isyankar" Sparda'nın izinden demonları mümkün olan her yolla imha etmeyi planlayan güçlü bir birliğe dönüşmüştür. İblisleri avlayan bir birliğe bir kolu demon olarak giren Nero'nun yaşadığı zorlukları tahmin edersiniz diye düşünüyorum. Nero, akıllıca bir şekillde kolunu sargıya alıp tek kolla dövüşerek sorunun bir yere kadar çözmüş. Kimsenin gidipte "Nero, neden sargılı kolun şeytanlarınkine benziyor?" sorusunu sormamaları ise tamamen apayrı bir mesele.

Nero tip olarak genç ve daha hip bir Dante'yi andırsa da dövüş sistemi olarak çok farklı sularda seyrediyorlar. Dante'nin hareketleri hıza ve atikliğe dayalıyken, Nero çok kendi kaba kuvvetine güveniyor. Nero'nun hareket sayısı Dante'den çok çok daha az olmasına rağmen devil bringer size hareketleri birleştirme şansını sunuyor. Dante ile de oldukça hoş hareketlerimiz olmasına rağmen 1000 stings veya Devil Charge'ın etkileri bellidir ve ne şekilde yaparsanız yapın bu durum değişmez. Nero ise daha farklı; Örneğin rakibinize dik bir vuruşla havaya kaldırdınız. Bu noktada ister comboya havada devam edebilir isterseniz de, olmadı diyerek devil bringer isimli kolunuzu uzatıp düşmanınızı yere çekebilirsiniz. Veya ikisinide beğenmediyseniz zıplayıp yaratığı tüm gücünüzle yere çarpma şansınız da mevcut. Uzun lafın kısası düşmanlarınızı uzak noktalardan çekip hareketlerinize devam etme şansına sahipsiniz.




Dante yendiği bölüm sonu canavarlarından çeşitli silahlar kazanabiliyorken, Nero bossların enerjilerini emerek Devil Bringer'a yeni özellikler kazandırıyor. Bunlar daha önce açılamayan rotaları açabilen pasif özellikler olduğu gibi, Nero'nun koluyla daha önce yapamadıkları hareketleri yapabilmesini de sağlayabiliyorlar. Nero'nun yeni silah almadığı detayı dikkatinizi çekmiştir. Merak etmeyin, Nero kılıcı Red Queen ve tabancası Blue Rose ile de yeterince güçlü. Özellikle Red Queen'de bulunan motor sistemi Exceed oynanışı büyük oranda değiştirebiliyor. Basitçe anlatmak gerekirse, Nero motorsikletlerdeki gaz sistemine benzeyen kabzasıyla istediği zaman darbelerini güçlendirerek daha fazla hasar vermesini sağlayabiliyor. Bunu ister hareketlerin arasında, isterseniz de büyük bir comboya başlamadan önce yapma şansına sahipsiniz. Exceed adını verdiğimiz bu sistemi kullandığınız anda silahınızın etrafını alevler sarıyor ve verdiğiniz hasar büyük oranda artıyor. Normal zorluk seviyeleri için kullanmak şart olmasa da, özellikle dante must die'dan sonra kullanmamanızın sonuçlarının sizin açınızdan pek iyi olmayacağını söyleyebilirim.

Dante ise oyuna oldukça ilginç bir şekilde giriyor. Normalde demonları avlayan bir örgütü en azından onaylamasını bekleyebileceğiniz Dante, kılıç birliğinin toplantısını basıp oracıkta liderlerini ve bir çok elite şovalyeyi kesiveriyor. Dante'nin bu ani değişikliği oyunun hikayesinin oldukça büyük bir kısmını kapsadığı için detaylara pek girmeyeceğim, o yüzden direk olarak oynanışından bahsedelim. Dante biraz yaşlanmasına rağmen pek değişmiş. En korkunç yaratıkların karşısındayken bile espri yapabilmesi, imkansız durumlarda bile karizmasını koruma becerisiyle aslında hala bilip, sevdiğimiz Dante.

Dante'nin oynanışı ile DMC 3 Dantesiyle hemen hemen aynı. RoyalGuard, Trickster, Swordmaster ve gunslinger modları üzerinden açılan tekniklerle oynuyoruz. Devil May Cry 3'ün aksine artık stil değiştirmek için de oyunu tamamen durdurmamız da gerekmiyor. Diyelim Gunslinger olarak üstesinden gelemyeceğiniz bir yaratık size doğru geliyor. Eski oyunlarda oyunu durdurup Royal Guard'ı seçmeniz gerekirken, şimdi D-pad'deki tuşları kullanarak teknikler arasında hızlıca geçiş yapabiliyorsunuz. Esksine göre oldukça kullanışlı olmasına rağmen, stiller arasında gidip gelerek değişik teknikleri birleştirecek kadar ergonomik bir yöntem olmamış bu. Dante'nin fazlasıyla zengin olan hareket arşivine ise pek dokunulmamış. Yeni eklenen hareket ve yetenekler ise Dante ve Nero'ya ortak olarak gelmelerine rağmen iki karakterin tamamen farklı oynanışlara sahip olması sayesinde bunların iki karakterle de farklı şekillerde kullanılması gerekiyor.


Çabuk yanarım ama hiç bir zaman bronzlaşmam...


Nero ile gelen özellikleri saymazsak Devil May Cry'ın oynanış yapısı neredeyse hiç değişmemiş. Hala alıştığımız şekilde red orblar ve soulları kullanarak karakterimiz geliştiriyor ve her bölümde ( Evet boss sayısı bu oyunda biraz daha fazla) karşımıza çıkan bölüm sonu canavarlarını geçiyoruz. Basit ve eğlenceli). DMC 4 asıl beğenmediğim yanını ise bu noktada çıkartıyor. Oyun orjinal seriye o kadar sadık kalmış ki, sadece grafikleri kısılarak rahatlıkla eski nesil konsollara port edilebilir ne yazık ki. Yıllarca PS2'nun artık güçsüz kalmasından yakınan yapımcıların ellerine bu denli güçlü sistemler geçtiğinde en azından savaş alanları ve tasarımda bir adım ileriye gitmelerlini beklerdim doğrusu.

Bütün eksilerinin yanında Devil May Cry 4 en çok save sisteminden kaybediyor. Özellikle bölümler orjinal oyunlara göre çok daha büyükler ve çözülmesi bazen bir saati bulan bulmacalar içerebiliyorlar. Doğal olarak böyle bir durumda oyununuzu kapatıp bir başka zaman devam etmek isteyebilirsiniz. Eğer siz de benim gibi hiçbirşeyden şüphelenmeden oyundan çıktıysanız kesinlikle çok büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaksınız. Çünkü oyunda otomatik kaydetme sistemini bırakın, bölüm içinde oyununuzu kaydetmenize imkan veren bir save sistemi dahi yok. 10 yıl önce PSX zamanlarında bile kabul edilemeyecek bu sistemin ne yüzle DMC 4'e kadar yaşayabildiğini ne yazık ki anlayabilmiş değilim.

Devil May Cry 3 ile çok eleştirilen, hatta DMC3 Special Edition'ın çıkmasındaki en önemli neden olan dengesiz zorluk seviyesi sorunu DMC4 ile büyük oranda halledilmiş. Oyunda toplam dört zorluk seviyesi var -ikisi sonradan açılıyor- ve en kötü durumda bile oyun sizi sıkmamanın bir yolunu buluyor. Diyelim çok zor bir boss ile karşılaştınız ve bu boss'u bir kaç kez denemeniz gerekti; Normal bir oyunda oyunu burada bırakıp dışarıda güneşli havanın tadını çıkartabilirsiniz. Devil May Cry 4 için bu geçerli değil. Oyun eğer zorlanıyorsanız karşılaştığınız yaratıkların zorluğunu düşürebiliyor. Bu onların can puanlarını azaltmaktan, çağırdıkları yardımcıların türünü değiştirmeye kadar gidebiliyor. Elbette hiçbir iyilik cezasız kalmaz, bölümü bu şekilde geçerseniz yetenek puanlarınızı aldığınız tablo puanlarınız buna oranla düşecektir.

- Koşun Dante'yi dövüyorlar!
- Yok ben burdayım.
- Dante?! O zaman stadyumdaki kim?
- Nerodur nero. Dublör aldım da geçen kendime. Keh keh...
- İyi etmişsin Dante Abi...

Trgamer olarak elbette ki oyunu Xbox 360 ve PS3 platformlarında karşılaştırma şansını da bulduk. Oynanış ve tepki süresi olarak büyük farklar olmamasıyla birlikte, ( Sixaxis'in bir kaç gereksiz kullanımını saymıyorum) DMC4 görsel anlamdada çok büyük farklar vaadetmiyor. PS3 sürümü göze pek hoş gelmeyen motion blur ve daha temiz yaratık modelleri ortaya koyarken, Xbox 360 sürümü ise kaliteli dokularıyla dikkat çekiyor. Söylediğim üzere bu farkların hiçbiri bir sürümü diğerine tercih etmemize neden olabilecek değişiklikler değillerdi, yani hangi sürümü alırsanız alın aynı şekilde eğleneceğinizi garanti edebilirim.



Devil May Cry yeni nesil konsollarda türünün en iyisi olmasına rağmen, ne yazık ki elindeki imkanları yeterince iyi kullanan bir oyun olamamış. Özellikle Ghost Recon ve -hatta orjinal oyunun baştan yapılmış hali olan- Ninja Gaiden Sigma gibi oyunların yeni nesilde yaptıkları atılımları gördükten sonra DMC4 ne yazık ki o kadar çekici gelmiyor. Kesinlikle kötü bir oyun değil, ancak ellerinde DMC gibi marka olmuş bir seri varken yine göz dolduran işlem güçlerine sahip yeni nesil konsollarla Capcom'un ister istemez çok daha iyisini yapmasını beklerdim.




















Grafik: 5
Ses: 4
Genel: 4

İnceleme: Conflict: Denied Ops (PC)



Yazan: Ömer
Tür: Aksiyon
Yapımcı: Pivotal Games
Dağıtımcı: Eidos Interactive
PEGİ: 16+
Min. Sistem: XP/2000/Vista, 2 Ghz P4 ya da eşdeğeri, 128 MB Shader Model 3.0 destekli Ekran Kartı, 1 GB RAM, 7 GB HDD Alanı


Puslu bir Aralık sabahıydı. Kahvaltımı yeni bitirmiş bilgisayarımın başına geçmiştim. Bir önceki ayın ortalarından beri zaten bilgisayarın başından kalkmak pek nasip olmamıştı. Kahvaltıda yediğim şeylerin ağırlık yapması nedeniyle koltuğa yığılmış, masaüstüme boş boş bakıyordum. Hayır duvar kağıdı olarak Jessica Alba’nın mayolu bir resmini koyduğumdan bakmıyordum tabi ki (yerseniz), bakma nedenim oynamaya fırsat bulamadığım yaklaşık 6-7 süper ötesi oyunun adeta "beni oyna bugün ne olur yalvarırım ölürüm yoluna" demeleriydi. Lanetli 2007 Kasımında çıkan o müthiş oyunlara bir türlü sıra gelmiyordu. Ve içimden şu talihsiz cümleyi geçirdim; “Ulan ne çok oyun çıktı be hangi birini oynayacağım kardeşim çıkmasın bu kadar güzel oyun bir arada bence”. Yaptığımın hatanın farkına çok geç vardım…

Karlı bir şubat akşamıydı. Elimde tenimi hafif yakan, dumanı burnuma yavaş yavaş dolan sıcak çikolatam (tamam tamam çay), bilgisayarımın karşısındaki koltuğa yayılmış masaüstüme boş boş bakıyordum. Bu kez karşımdaki duvar kağıdı apaçık meydanda. 2 ay önce ekranı kaplayan oyun ikonlarından eser kalmamış. Hepsini oynamalıyım hööeeer edasıyla hepsini bitirmiş ve silmiştim. Ne olduysa işte o zaman oldu. “Bu kadar oyun bir arada çıkmasın” diye isyanım ters tepmişti anlaşılan. Çünkü 2 aydır kayda değer tek bir oyun bile çıkmamıştı. Çıldırmak üzereydim oyun oynamam lazımdı. Gittim ve en son çıkan oyun hangisiyse onu alıp oynamaya karar verdim. Eve döndüğümde elimde Conflict: Denied Ops’un DVD’sini tutuyordum. Daha önce sadece birkaç ekran görüntüsünü görmüştüm yani fazla bir bilgim yoktu. Keşke hep öyle kalsaydı…

DİKKAT: Bu oyun yazarın ruh sağlığını bozduğu için normalden farklı incelenecektir…

Oyunu yükledim ve hemen oynamaya başladım. İçimde nasıl bir oyun aşkı varsa gözüm hiçbir şey görmüyordu direk atladım yeni senaryo kısmına. Tabii bunu yaparken aklımda oyunun bir senaryosu olduğu fikri vardı. Meğer oyun düz yazı mantığı üzerine kuruluymuş. Nasıl olduğu belli olmayan bir şekilde iki özel ajan (biri yaşlı kurt diğeri siyahi züppe, uuu! çok orijinal) birilerini kurtarmak üzere bir bölgeyi dağıtmaya gidiyorlar (sanırım Venezuela hatta birde diktatör var işin içinde). Yaşlı kurt olan abimizin ismi Graves, siyahi ve kaslı olanın ismi ise Lang. Oyun boyunca bu iki karakteri oyunun istediğimiz anında değiştirme olanağına sahip olarak yönettiğimizi sanıyoruz. Birbirlerinden tek farkları taşıdıkları silahlar, Graves sniper taşırken Lang makineli tüfek taşıyor. İşin kötüsü bunları hiç bırakmıyorlar yani tahminim askeriye bunlara bu silahlar size zimmetli kaybolursa askerliğiniz yanar falan dedi herhalde. Silah çeşitliliği bu işte nasıl süper değil mi? Oyunda “Tab” tuşuna basarak karakter değişimi yapabiliyoruz ancak şöyle bir sorun var. Bir karakterden diğerine geçtiğimizde eğer ona peşimden gel oğlum demezsek olduğu yerde tamamen hareketsiz bir şekilde duruyor. Ben bugüne dek bu kadar şapşal bir olayı ne gördüm ne duydum.



Kendimi tüm bunlara alıştırdıktan sonra oyunda biraz ilerlemeye çalıştım. Bakalım bir sonraki sürpriz ne olacak derken karşıma ellerine zorla silah tutturulmuş kömür ocağı işçileri çıktı. Yani en azından ben öyle olduklarını umuyorum çünkü aksi takdirde çok gülmem gerekir. Adamlarda öyle bir yapay zeka var ki sizi görene kadar koşuyorlar, sizi görünce duruyorlar, sonra hiçbir şey olmamış gibi kaba etlerini size dönüp tekrar geriye koşuyorlar ve bir kalkanvari şeyin arkasına saklanıyorlar. Tabii siz tüm bu olanlar sırasında etrafa serpiştirilen armutları topluyor iseniz. Armuttan kastım düşmanların bizzat kendileri zaten zira kendileri armut gibi size bakıyorlar. Eğer olurda bir şekilde bu silahlı armutlar tarafından vurulmayı başarır birde üstüne yere yığılırsanız(veya siz değil diğer karakter) yönetmediğimiz karakteri yanımıza çağırıyor ve kendimize iğne vurduruyoruz. Evet çatışmanın ortasında. Birde grip iğnesi gibi değil arkadaş kolum kadar silaha benzer bir şey onu sokuyor namussuz. O ilacı yiyince zaten kafa bir dünya oluyor herhalde acı macı hissetmediğimizden kalkıp çatışmaya devam ediyoruz.

Mouse’un sağ tuşuna bir kez basarak yönetmediğimiz karakteri istediğimiz yere gönderebiliyor, basılı tutarak bizimle gelmesini sağlayabiliyor, hiç basmazsak enseye tokat atıp geri kaçabiliyoruz. Ekranda sürekli iki adet imleç bulunuyor. Bir tanesi yönetmediğimiz karakterin yerini, diğeri ise görevin yerini gösteriyor. Bu imleçlerin üstüne geldiğimizde bizden ne kadar uzaklıkta olduğunu görebiliyoruz. Görevin yeri deyince matah bir şey sanmayın lafın gelişi o. Ortada görev falan yok git şuraya adamları temizle sonra onların hepsi bitince birazda beridekileri hallet sonra yanlardan biraz al ama favorileri fazla kısaltma. En sonda birde tanka bin ki oyunda taşıt yok demesinler, var ama rezalet desinler.

Bütün ızdırap bu kadar mı? Tabi ki hayır böyle güzide bir oyun iflahımızı kesmeden bırakır mı? Gelelim oyunun grafik kısmına. Sanırım oyunda Lego Engine grafik sistemi kullanılıyor. Çünkü etkileşime girdiğimiz her şey kutucuklar şeklinde parçalanıyor. Örneğin bir binaya roket çarpıyor bunun sonucunda tamamen önceden belirlenmiş bir şekilde binanın bir parçası yerinden sökülüyor ve olduğu gibi yere düşüyor. Sonra oyuncakları kaldırırken düşen parçaları yerine takıyoruz ki kaybolmasın. Grafik konusunda söyleyebileceğim PC, PS3 ve Xbox 360 platformlarının üçüne de çıkan bir oyunda gördüğüm en felaket grafiklere sahip olduğu oyunun. İddia ediyorum ben PS2 de daha iyi grafikli oyunlar gördüm. Çevre modellemeleri, karakter model ve animasyonları, kaplamalar falan filan her şeyiyle oyun grafik konusunda mide bulandırıyor. Sitemizde de bulabileceğiniz ekran görüntülerini incelerseniz ne demek istediğimi belki daha iyi anlayabilirsiniz. Ha birde takıldığım bir başka noktada ölen düşmanların zeybek havasında ölmeleri. Kolları, bacakları sallanıp yere yığılıyorlar ve mutlaka bir yerleri havada kalıyor. Ardından aniden altlarına kırmızı bir halka yayılıyor. Bu kan efektini gördükten sonra zaten oyuna daha fazla dayanamadım.



En azından güzel bir seslendirme yapılmış olsun veya kaliteli müzikler olsunda havamızı bulalım diyorum ama yok arkadaş yok oyun istikrar abidesi çizgisini hiç bozmuyor. Yani ana karakterlerin seslendirmesi bile başarısız. Müzikler ise arkada bir şey çalsın da iğrenç seslendirmeler duyulmasın en azından denilerek koyulmuş yoksa koymaya pek niyeti yokmuş yapımcıların. Silah sesleri de vasatın üstünde değil yani ateş ettiğiniz hissini asla alamıyorsunuz.

Neyse böyle bir oyun hakkında daha fazla konuşup sinirlerimi hoplatmak istemiyorum. Oyun için söyleyecek iyi bir şeyler aradım, bir tane artı özellik söyleyeyim dedim ama nafile bulamadım. Yaşadığım bu büyük oyun açlığını değil gidermek bildiğiniz mideme oturdu oyun. Yapımcı Pivotal Games’e ve dağıtıcı Eidos’a buradan selamlarımı yolluyorum. Siz siz olun bu oyundan uzak durun. Denemek için dahi yaklaşmayın bu oyuna çünkü inanın harcadığınız zamana yazık. Özellikle PS3 sahipleri sakın ha sakın diyorum. Hadi diğerleri bir şekilde ucuz yoldan kurtarabiliyor ama PS3 sahipleri için acı bir tecrübeden başka bir şey olmayacaktır. Yazı içinde genelde hakim olan geyik havası nedeniyle affınıza sığınıyorum ancak bu tip oyunları da başka türlü incelemek mümkün olmuyor. Uzun lafın kısası biz kaliteli bir oyunun gelmesini beklemeye devam edelim...




















Grafik: 2
Ses: 2
Genel: 2

Metal Gear Solid 4: Guns of the Patriots'un resmi çıkış tarihi açıklandı



Konami yaptığı açıklama ile PS3 platformu için geliştirilen aksiyon oyunu Metal Gear Solid 4: Guns of the Patriots'un resmi çıkış tarihini açıkladı. PS3'e özel olarak hazırlanan ve merakla beklenen oyun 12 Haziran 2008 tarihinde piyasaya sürülecek.

26 Şubat 2008 Salı

İnceleme: Penumbra: Black Plague (PC)



Yazan: Ömer
Tür: Macera
Multiplayer: Yok
Yapımcı: Frictional Games
Dağıtımcı: Paradox Interactive
PEGİ: 16+
Sistem Gereksinimi: Windows 2000/XP, Pentium III 1 Ghz ya da eşdeğeri, 256 MB RAM, 64 MB Geforce 3Ti / Radeon 8500 üzeri

Philip, 30 yaşında bir fizikçi... Herşey annesinin ölümünden sonra babasından gelen esrarengiz bir mektupla başladı. Mektupta yazanlardan yola çıkarak Grönland'da terk edilmiş bir madene kadar geldi Philip, babasını bulma ümidi ve kafasındaki bir çok soru işaretiyle. Fakat aradığı cevapları bulmak bu eski, terk edilmiş, karanlık ve olabildiğince ürkütücü ortamda pek de kolay olmayacaktı onun için.

2006 Teknoloji Demosu

Böyle başlıyordu Penumbra’nın hikayesi. Oyun yapmaya gönül vermiş 2 amatör bu oyunla yüreklerimizi hoplatmayı fazlasıyla başardılar. Kendi evlerinde geliştirdikleri ve HPL Engine adını verdikleri oyun motoruna sürükleyici, gerilimli ve bulmacalarla dolu bir senaryoyla can vererek karşımıza çıktılar. Geliştirdikleri motorun yapabileceklerini 2006 yılında bedava yayınladıkları bir teknoloji demosuyla gözler önüne serdiler. Bu demoyla Penumbra'nın oynarken bizi bazen gereceğini, bazen korkutacağını, bazen de fazlasıyla düşündüreceğini anlamıştık. Klasik FPS oynanışının dışında bir oyunanışa sahipti bu demo. Bu tarza aslında Adventure-FPS desek daha doğru olur. Daha önce 2006 yılında çıkan Call Of Cthulhu : Dark Corners Of The Earth tarzında bir oynanışa sahip Penumbra. Fakat Call Of Cthulhu'ya ek olarak Newton Game Dynamics’in gelistirdiği fizik motorunu kullanarak bulmacaların çok daha gerçekçi olmasını sağlamış Frictional Games.

Overture

Birinci bölüm olan Penumbra: Overture 2007'nin Mart ayında oyuncularla buluştu ve yayınlanan demoya rağmen çok büyük kitleler tarafından beklendiği söylenemezdi. Fakat oynayan herkesi memnun etmeyi ve hikayenin devamı için bir sene daha merakla bekletmeyi başardı. Peki neydi Penumbra'da bizi içine çeken şey? Harika grafikleri mi, muhteşem ses efektleri mi yoksa müzikleri mi? Hayır, sadece sıradışı oynanışı ve harika atmosferiydi. Gerçek zamanlı gölgeler, olabildiğince az ışık kaynakları, sesler ve daha birçok öğe atmosferi destekliyor, olabildiğince ürkütücü bir ortam oluşturuyor. Bu atmosferin üzerine bir de zekice kurgulanmış gerçekçi bulmacalar eklenince oyun tadından yenmez bir hal alıyor. Overture'da, bizimle madendeki megafonlar ile bağlantı kuran ve kendine Red diyen birisi sesiyle bize eşlik ediyor ve sayesinde ayakta kalabiliyoruz. Bulmacaları bir bir çözüp oyunun en heyecanlı olduğu bir anda ışıklar sönüyor ve Black Plague'a geçme zamanı geliyor.




Black Plague

Teknik olarak Black Plague, HPL Engine eklenen bazı yeni efektler dışında bir çok özelliğiyle Overture ile aynı. Fakat üzülerek söylemeliyim ki Black Plague'nin fizik motorunda bazı aksaklıklar baş gösteriyor. İlk oyunda objelerin birbirlerinin içinden geçmesi gibi olaylara neredeyse hiç rastlamamışken Black Plague'da bu durum sürekli göze batıyor malesef. Grafik konusunda ilk oyundan farklı olarak su efekti, buzlu cam efektleri (refraction), heat haze gibi yeni efektler eklenmiş.

Bana Ne Bulaştı Böyle!

Şunu söylemeliyim ki Black Plague'nin atmosferi Overture'dan çok daha korkutucu. İlk oyunda karşımıza düşman olarak kurtlar, devasa yer altı solucanları ve büyük örümcekler vardı. Bu bölümdeki düşmanlarımız bir tür virüse maruz kalmış ve mutasyona uğramış insanlar olacak. Belli belirsiz konuşmaları, çıplak ayaklarının ıslak sesleri ve ellerindeki fenerlerle bizi arayıp duracaklar etrafta.

Düşmanlarımızın yapay zekaları gerçekten başarılı. Yaratıklar sadece görmüyorlar, duyuyorlar da. Bir keresinde koridorlarda gezerken ayak sesleriyle irkildim ve görünmeden hemen yanımdaki kapıyı açıp içeri girdim, kapının arkasına da odada bulduğum kutuları dayadım. Fakat o kapının önünden geçerken çıkardığım kutu seslerini duydu ve kapıyı zorlamaya başladı. Birkaç başarısız denemeden sonra açamayacağını anladı ve altın vuruşunu yaparak kapıyı kırmayı başardı. Yapay zeka konusunda gördüğüm en bariz eksiklik ise düşmanların her yeri gezememesi. Sadece belirlenen yollarda dolanıp durdukları için bir noktadan sonra oyun kolaylaşmaya başlıyor.




Ha! O Ses De Neydi Öyle!

Penumra'nın ses efekleri de profesyonel yapımları aratmayacak nitelikte. Oyundaki her materyal farklı durumlarda farklı sesler çıkarıyor. Örneğin karton bir kutuyu metal bir yüzey üzerinde sürüklerken farklı, taş bir yüzeyde sürüklerken farklı sesler çıkıyor. Tabi bu farklı sesler gerçekteki sesler kaydedilerek oluşturulmuş. Bunun dışında bizimle konuşan karakterlerin, zombilerin, kurtların ve örümceklerin seslendirmeleri de başarılı. Müzikler ise ortamla tam uyum sağlayan, zaten gergin olan atmosferi daha da geren bir yapıya sahip.

Grafiklerden biraz önce bahsetmiştim. Biraz daha detaya inmek gerekirse yüksek poligonlu ve gerçekçi modellere iyice alıştığımız şu günlerde düşük poligonlu modeller ve objeler pek tatmin edici görünmüyor. Kaplamalar için ise en fazla idare eder yorumunu yapabileceğim. Çünkü çeşitlilik fazla değil ve çok tekrar ediyorlar. Artık her oyunda kullanılan ışık ve kaplama efektleri Penumbra’da da var. Bunların yanında motion blur,bloom ve noise gibi post processing efektlerinin olması oyunun olduğundan daha güzel görünmesini sağlamış. Genel olarak dönemin biraz gerisinde kalmış olsa da sahip olduğu shaderlar ve post processing efektleri grafikleri bir nebze kurtarıyor.

Bir Türlü Bulamıyorum, Sülfür Nerede?

Penumbra’nın asıl farkı oynanışında. İlk olarak Half-Life 2 ile gördüğümüz bulmaca tarzıyla, Silent Hill(örnekler çoğaltılabilir tabi)’deki obje kullanımına yönelik bulmaca tarzını birleştirilmiş ve ortaya çok güzel bir harman çıkmış. Bulmaca konusunda Overture, Black Plague’dan biraz daha zordu. Black Plague’da nesneler belli yerlere saklanmış ve bulmak konusunda biraz zorlanabilirsiniz. Bu durum serinin ikinci oyununu biraz geriye düşürüyor. Klasik bir FPS’de karakter nasıl yönetiliyorsa Penumbra’da da bu durum aynı, fakat karakteriniz etraftaki işe yarar nesneleri alıp kullanabiliyor. Bu da oyunda bir envanter sistemi var demek. Envanter ekranını açtığınızda aldığınız nesneleri görebildiğiniz gibi onlara istediğiniz bir tuşa basınca kullanabilmek üzere kısa yollar atayabiliyorsunuz. Black Plague’da Tomb Raider serilerinde olduğu gibi bir takım artifactlar bulunuyor. Tüm artifactları bulabilirseniz bir kod alıyorsunuz ve şifreli bir dosya olan ‘super_secret’ dosyasını açmak için gereken şifreyi alıyorsunuz. Oyunun sağlık sistemi ise bilindik şekilde, Philip bir darbeye, kimyasala ya da soğuğa maruz kaldığında sağlığı azalıyor. Sağlığınız envanter ekranında Pihip’in bir silüeti şeklinde görünüyor. Philip sürekli iyileşiyor fakat bunu hızlandırmak için etrafta bulacağınız ağrı kesicileri kullanabilirsiniz. Gezdiğimiz karanlık ortamları aydınlatabilmemiz için iki seçeneğimiz var. Birincisi glow stick, diğeri ise el feneri. Glow stick, yeşil ve bitmeyen bir ışık kaynağı. Çok fazla uzağı aydınlatmasa da odalarda oldukça kullanışlı. El fenerini ise tahmin edebileceğiniz gibi uzun menzilli aydınlatıcı olarak kullanacağız ama fenerin pili oldukça hızlı bir şekilde bitiyor. Yine çekmecelerde, raflarda bulabileceğiniz piller ile eski pilleri değiştirebileceksiniz. Bu da demek oluyor ki ışınla doğmuşçasına tasarrufsuz bir şekilde el fenerimizi açık tutmamalıyız. Overture’da karşılaştığımız düşmanları elimine etmek ve bazı bulmacalarda kullanmak için bir çekicimiz bir de kazmamız vardı. Bu iki nesneyi düşmanlarımıza karşı kullanabiliyorduk fakat Black Plague’da tek güvencemiz gölgeler.




Tuurngait

Sistem gereksinimleri pek fazla değil Penumbra’nın. 1 Ghz işlemcisi, 256 Mb Sistem belleği ve en az Shader Model 1.1 destekleyen bir ekran kartı olan bir bilgisayarda çalışabiliyor Penumbra. Güzel bir macera yaşamak, Grönland’ın dondurucu soğuğunu iliklerine kadar hissetmek isteyen herkese bu seriyi kaçırmamalarını tavsiye ediyor ve yazımı burada bitiriyorum. Herkese adrenalini bol, gerilimli ve (böyle bir atmosferde nasıl olacaksa) iyi oyunlar diliyorum.





















Grafik: 4
Ses: 4
Genel: 4

İnceleme: World in Conflict (PC)



Yazan: Ömer
Tür: Strateji
Yapımcı: Massive Entertainment
Dağıtımcı: Vivendi Games
PEGİ: 16+
Sistem Gerekesinimleri: 2 Ghz ya da daha hızlı AMD Intel işlemci, 512 MB RAM(Vista 1 GB), 128 MB Shader Model 1.1 ve üzerini destekleyen Ekran Kartı, 9 GB HDD Alanı

Belkide dünyanın karşılaşacağı en kötü senaryolardan birini sunuyor bize Massive Entartainment. İki süper gücün mücadelesi. 1960'lardan beri süren silahlanma yarışının sonunda pes etmeyen Sovyetler önce Batı Avrupa'yı işgal eder. Ardından da Batılı müttefiklerine yardım eden Amerika'ya sert bir karşılık verir ve Seattle'a süpriz bir çıkarma yapar. Bu çıkarma uzay yarışında Amerikanın "Star Wars" projesine bir cevaptır Sovyetlere göre. Tarihi farklı bir açıdan gösteren bu olay, 1990'larda Komünizmin çökmesi ve Sovyetlerin parçalanmasına alternatif bir senaryo olarak bizlere sunulmuş. Kısaca WiC "böyle olsaydı ne olurdu" şeklinde bir senaryoya sahip. Bu komplo teorisivâri senaryoda bizim görevimiz ise Amerikan savunma ordusunun Parker isimli bir "takım" komutanının rolünü üstlenmek. Amerikanın hatta bazı bölümlerde batı avrupanın kaderi bize kalıyor. Single-Player campaign modunda oyuna Amerika ve NATO persfektifinden bakabiliyoruz. Maalesef Sovyetlerin bir campaign'i yok yalnızca multiplayer modunda Kızıl Ordu'yu kullanabiliyoruz. Massive bu gerçek zamanlı strateji oyununda Soğuk savaş döneminde yaşanan Nükleer füze korkusunu alternatif senaryosuyla ekran başında bizlere soluksuz yaşatıyor. Strateji oyunlarının temeli olan bina dikmek,kaynak toplamak yerine puan sistemli ordu indirme yöntemi oyunu farklı kılan bir özellik olmuş. RTS'ye gelen bu farklılıklar ile oyunun stratejiden çok aksiyona kaydığını dahi söyleyebiliriz.




Hem campaign modunda olsun hem de multiplayer modunda her zaman savaşın içindesiniz. Her daim bir aksiyon var öyle ki duraksamadan birlik sevkiyatı yapıyor,hava saldırısı düzenliyor,topçu ateşi açıyor yani savaşa dahil oluyorsunuz. Kısaca oyunda nefes alacak bir an dahi bulmak çok zor. Bunun nedeni klasik RTS’lerde olduğu gibi kaynak toplama ve bina dikme gibi sorumluluklarınızın olmayışı. Bunun yerine önceden belirli bir oyun puanıyla birlikleri satın alıyorsunuz. Kısa süre içinde birlikleriniz indiriliyor. Tanklar, piyadeler, personel taşıyıcılar,hava araçları ve topçu araçları seçebileceğimiz birlikler arasında. Kullanabileceğimiz birliklerden bahsetmeden önce şunu belirtmek istiyorum. Oyun içindeki birimler arası denge gerçekten çok başarılı düzenlenmiş. Örneğin helikopterler, tanklara ve diğer araçlara karşı çok kuvvetliyken, piyade ve hava savunma birimlerine karşı etkisizler. Veyahut tanklar diğer araçlara karşı bir ölüm makinasına dönüşürken, piyadelere karşı çok etkili olamıyorlar. Bu durumda birlik kombinasyonlarınızın önemi artıyor. Zaten sınırlı bir kaynak puanıyla bir ordu kuruyorsunuz ve işin içine bir de doğru kombinasyonu bulmak girince bazen düşman üzerine ciddi olarak düşünmeniz gerekiyor. Bu sistemin en iyi yanı hiç tükenmeyen bir kaynağa sahip olmanız. Savaşalanındaki birimleriniz yok edildikçe puanınız tekrar size dönüyor böylece kaldığınız yerden devam edebiliyosunuz. Sınırsız kaynakla neler yapılmaz ki diye düşünüyorsanız, buna da bir denge getirilmiş. Birlik indirdikten sonra belirli bir müddet bekledikten sonra ikinci indirmeyi yapabiliyorsunuz. Size verilen görevde 30 dakikada bir kasabayı ele geçirmekse bunun ne kadar etkili olacağını düşünün.

Savaşalanında ordunun tamamı sizin emrinizde değil. Verilen emirleri yerine getirerek zafere katkıda bulunuyorsunuz ki zaten bu görevler genellikle en can alıcı görevler oluyor. Campaign modunda ekibin Amerikan savunma ordusunun bir parçası oluyorsunuz. Tüm savaş alanına hükmetmemek az birim kaybına neden oluyor ve sizde göreve göre ordunuzu gerekli birimlerden meydana getiriyorsunuz. Bu kimi zaman tanklardan kurulu güçlü bir ordu kimi zamanda piyadelerden kurulu oluyor. Sınırlı bir ordu olunca birimlerin "özel yeteneklerini" kullanmakta o derece kolay oluyor.

Örneğin personel taşıyıcıların “smoke screen” kullanmasını yada helikopterlerin havadan havaya füzelerini yönetmek az birimle verimli bir şekilde kullanılabiliyor. Kullanabileceğimiz birimlere gelirsek emrimizde hafif silahlı personel taşıyıcılardan nükleer bombalara kadar çok çeşitli saldırı birimleri mevcut. Kara birimleri tank, piyade ve destek birimlerinden oluşuyor. Piyade olarak RTS oyunlarının klasik üçlüsünü kullanabiliyoruz(sniper, anti-tank, assault). Wic'deki tanklar ise hafif, orta ve ağır olarak üç sınıfa ayrılmış. Destek birimleri hava savunma araçları, personel taşıyıcılar ve topçulardan oluşuyor. Hava birimlerine gelince, gözcü helikopterleri, taşıma helikopterleri ve orta-ağır saldırı helikopterlerini seçebiliyoruz. Tüm bu birimlerinizin herhangi bir kaynak tüketmemesinden dolayı sınırsız olarak savaşalanına birim çağırabilmeniz çok kolaylık sağlasada siz yinede vetaran olan birimlerinizi hayatta tutmaya çalışın. Öyle ki veteran birimler diğer birimler karşısında etkili vuruş gücüne sahip. Bununla birlikte oyunda çoğu birimin kendi "özel yetenekleri" , savaşın diğer bir taktiksel boyutunu oluşturuyor. Standart piyadelerin el bombası saldırısı, hafif helikopterlerin havadan havaya füzeleri, ağır helikopterlerin havadan karaya füzeleri yada ağır topçuların smoke screen saldırısı bunlardan birkaçı. Bu özel yetenekler’in bir kısmı saldırı ağırlıklı olsada savunmaya yönelik yeteneğe sahip birimlerde bulunuyor. Örneğin piyadelerin koşma özelliği ve helikopterlerin attıkları işaret fişekleri.

Wic’de standart RTS oyunlardan farklı olarak bina dikmek ve kaynak toplamak sorumluluklarımızın olmadığını söylemiştim. Birimleri size verilen puanla savaş meydanına çağırıyor sonra birim kaybettikçe size dönen puanlarınızla farklı birimler çağırıyoruz. Her birimin seviyesine göre bir puanı var ve doğru seçimlerle ordu kurmak sizin elinizde. Bu puan sisteminden ayrı olarak bir puan sistemide “taktiksel saldırı desteği” seçeneğinde kullanılıyor. C&C:Generals oyunundan hatırlayacağımız bu sistemde komutan olduğunuzu gerçek manada hissediyorsunuz. Siz sadece koordinatları veriyorsunuz ve saldırı gerçekleşiyor.Bu taktiksel destek kullanımı yine puan sistemi ile düzenlenmiş. Düşman birimlerini öldürerek puan kazanıyorsunuz ve doğal olarak her saldırının belirli puanı var. Taktiksel destek, Wic’in can alıcı noktalarından birisi ve savaşın seyrini değiştirecek etkiye sahip.Multiplayer bir oyunda kullandığınız az birimin bir nükleer füze yada hava saldırısıyla yok edilmesiyle kendinizi toparlamanız çok zor olabiliyor. Bu saldırı seçeneği C&C’den çok daha fazla seçeneklere sahip öyle ki üç ayrı katogoride 20 den fazla saldırı yapabiliyorsunuz. Bunların arasında carpet bombing, air strike, napalm strike , airborne reinforcements , chemical warfare, artilery barrages ve çok daha fazlası var. İçlerinden bir tanesi var ki hem görsel olarak hemde savaşı kazanmaya yardım açısından en etkili saldırı: Tactical Nuke, sadece düşman birimlerine değil aynı zamanda çevreyede(ağaçlara,binalara) zarar veriyor ve askerlerin siper alabileceği bir krater oluşturuyor.




Wic, daha çok multiplayer bir oyun havasında tasarlanmış gibi görünüyor. Campaign modu yukarıda bahsettiğim konu çerçevesinde geçiyor. Fakat multiplayer modu beni campaign modundan çok daha fazla havaya soktu diyebilirim. Sanırım Wic için şunu söyleyebiliriz “Singleplayer modu ile sıcak savaşı hissedecek,multiplayer modunda ise savaşı adeta yaşayacaksınız”. Multiplayer modunda farklı seçenekler sunulmuş. İsterseniz Player vs Player şeklinde LAN oyunu oynayabilirsiniz yada Player(s) vs Bots seçeneğiyle en fazla 15 bot ekleyerek kendi oyununuzu olşuturabilirsiniz. Advanced modunda bot sınıflarını kendiniz seçebilirsiniz(2 destek birimi,3 tank birimi,1 piyade birimi şeklinde). Savaşa girdiğinizde Bot’ların oyunun seyrini değiştirecek ataklar yaptığını görüyorsunuz ve aynı zamanda sizin verdiğiniz emirleri de yerine getirmeye çalışıyorlar. Çoğu kez yapay zeka azımsanmayacak derecede başarılı bir oyun çıkarıyor. Multiplayer modu her seçenekte en fazla 16 oyuncuyu destekliyor ve bu modun 3 farklı oyun seçeneği bulunuyor.Bunlar Assault,Tug of War ve Domination.

Wic’de oyun alanı çok geniş tutulmuş ve Total War oyunlarını andırıyor. Oyuna geniş bir açıdan bakarak ordumuz üzerindeki hakimiyetimizi arttırıyoruz. Standart RTS’lerin aksine Wic’teki tek yardımcımız faremiz değil. Geniş bir savaş alanında dolaşırken en az faremiz kadar klavyemizide kullanıyoruz. Kamera kontrolleri zaten büyük olan savaşalanında gezinirken en büyük yardımcımız. Diğer RTS lerden farklı olarak çok geniş bir görüş alanımız var ve kamera 360 derece dönebiliyor. Klasik WASD tuşlarını haritada gezinirken kullanıyoruz ve faremizin orta tuşuyla kameramızın derinlik ayarını yapıyor ve aynı zamanda kameramızı 360 derece döndürerek kendimize çok geniş bir bakış açısı sağlıyoruz. İstediğimiz anda asker ve araçlarımızın çok yakınına kadar yaklaşıp 3.açıdan bir FPS oynuyor gibi hissedebiliyoruz.

Kameradan bahsettikten sonra görsel öğeler ve dinamik efektlerden bahsetmek istiyorum. Wic deki patlama görüntüleri COH’u saymazsak en iyi efektler diyebiliriz. Yalnız oyunu çok iyi bir sistemle oynamak gerekiyor. Zaten oyunun tek eksisi çok fazla sistem istemesi ve düşük sistemli oyunculara neredeyse hiçbirşey verememesi. Düşük bir sistemle, oyunun en önemli özelliği olan dinamik grafikleri kaçırdığınız için oyundan lezzet almanız çok zorlaşıyor. DirectX 10 desteği Wic’i ön plana çıkaran bir özellik. DX 10 ile görsel öğeler özelliklede patlama efektleri çok düzeye çıkıyor. Tabii ki DX 9 ile oyuncular çok şey kaçırmıyorlar ancak az önce belirttiğim gibi güçlü bir sistem oyundan keyif almak için şart. Wic sadece grafik olarak kendini ön plana çıkarmıyor. Massive sadece görsel öğelere değil, sesler ile de aynı özenle ilgilenmiş. Her aracın sesi ayrı ayrı düzenlenmiş. Telsiz konuşmaları da aynı incelikle hazırlanmış.

Wic geçen yılın sonlarına doğru, oyun dünyasının en hareketli zamanlarından birinde çıkmıştı. 2007 yılının sonlarında çıkan World in Conflict’in Call of Duty 4, Crysis gibi oyunların gölgesinde kalması bekleniyordu. Ama beklenin aksine, 2006 yılının sonunda çıkan Company of Heroes gibi Wic de beklenenden daha fazla ilgi ve takdir gördü. Belki yılın oyunu olamadı ama rakibi Supreme Commander’ı geride bıraktı diyebiliriz. Aslında Wic’in bu başarısına çok şaşırmamak gerek. Massive Entartainment Ground Control serisiyle işinde başarılı olduğunu kanıtlamıştı ve uzun süren sessizliğin ardından Wic ile başarısını perçinledi.



Bir strateji oyuncusu olarak Wic’in atmosferini yani oyuncuya yaşattığı savaş heyacanını COH kadar başarılı bulmasamda Wic denenmesi gereken çok başarılı bir RTS. Savaşalanını çok geniş açılardan görebilmek, mükemmele yakın dinamik efektler, 3. Dünya savaşını ekran başında yaşamak , bir FPS kadar hızlı gelişen oyun yapısı ve sıkmayan senaryosu Wic oynamak için yeterli sebepler. Sovyetler ile oynarken Red Alert, savaşalanında rahat hareket ederken Total War, taktiksel yardımları kullanırken C&C:Generals, bina kurmadan yaptığımız hızlı saldırılarla COD:4 :) bunların hepsi için sadece Wic oynamak yeter. World in Conflict kesinlikle oynanması gereken bir yapım.





















Grafik: 5
Ses: 5
Genel: 5

İnceleme: The Club (PC)



Yazan: Ömer
Tür: Aksiyon
Multiplayer: Var
Yapımcı: Bizzare Creations
Dağıtımcı: Sega
PEGİ: 18+
Sistem Gereksinimleri: Windows 2000/XP, 2.0 Ghz ya da üzeri işlemci, 512 MB ve üzeri RAM, 64MB ve üzeri DirectX 9.0c destekli Ekran Kartı 2.2 GB HDD Alanı

Çok fazla film izliyorsanız eğer bazı klişe sahnelerden sıkılmaya, aynı sahnelerin tekrar etmesinden rahatsızlık duymaya başlarsınız. Konu aynı olsa da anlatımın ve kurgunun güzel olduğu filmler sizi etkiler, mutlu eder. Aynen oyunlar da böyledir. Konu sıkıntısı hiçbir zaman olmaz ama gelin görün ki oyun dünyası birbirini kopyalamaktan özgün yapımlar sunmaktan genel olarak uzaktır. Alışılmışı insanlara sevdirmek daha kolaydır ama özgün yapımlar ile de sahneye çıkmaya bayılırlar. Kimisi çok sıra dışıdır firmayı batırır. Kimisi o kadar muhteşem olur ki zihninize kazınır. Bizarre Creations işte böyle bir firmadır Xbox oyuncuları için. PGR ile yeni bir sayfa açmış beklentileri üst düzeye taşımıştır. Geçtiğimiz aylarda ise Microsoft ile yollarını ayırdıkları çoklu platform için yeni projelere imza atacaklarını açıkladılar. İşte The Club'da bu projelerden bir tanesi. Bakalım klişe bir oyun mu yoksa PGR'nin yakaladığı başarı gibi yeni bir sayfa açabilecek mi görelim?

Hayatta kalmak istiyorsan sekreteri dinle!

Hani yazının başında dedim ya klişe konular vardır, klişe sahneler vardır diye işte The Club'da böyle klişe bir sahneyle başlıyor. Her karakter aksiyon esnasında tanıtılıyor. Birçok sıradan filmde rastlayabilirsiniz bu sahnelere. Hatta daha önce birçok oyunda da olduğu gibi. The Club, hayatta kalma mücadelesi verdiğiniz bir özel gruba mensup üyelerin seçildiği bir kulüp. Siz ise kulübe seçilen üyelerden birsiniz. Göreviniz yer altında örgütlenmiş illegal yapılanmalara karşı durmak. Oynamak istediğiniz karakteri seçmek ise size kalmış. Çok özgün değil mi! Aslında bu sıradan oyuna kızmalı mıyım yoksa sevmeli miyim çok da karar veremedim. Neden diyecek olursanız parmaklarım ağrıyana kadar oynadığıma, mantar tabancası gibi ses çıkaran bu taramalı sesine tahammül ettiğine göre seviyor olmalıyım ya da bir an önce bitsin diye kasıyor olmalıyım.

Oyunda oynayabileceğiniz sekiz karakter var. Oyunun başında bunların bazıları kapalı ve oyunda bölüm ilerledikçe açılan yeni haritalar gibi karakterlerde oynanabilir hale geliyor. Karakterleri tek tek anlatacak değilim hepsinin ayrı bir hikayesi var ve bu hikayeler ise oyunda hiçbir işinize yaramıyor. O yüzden hoşunuza giden karakteri seçip oyuna başlayıverin. Karakterlerin farklı olarak her birinin ayrı birer silah kullanım tarzı ve çeşitliliği var. Karakterlerin dayanıklılık, hız ve güç özellikleri ise oynayışınıza etki edecek özelliklerden. Karakter ekranında bu özellikler zaten yıldız olarak gösteriliyor tercih size kalmış.

Oyun öncelikle tamamıyla arcade bir oynanışa sahip ve Arcade Shooter diye tabir ettiğimiz türden. Önünüze çıkan her düşmanı öldürmeli ve bitiş noktasına ulaşmalısınız. Oyunu çekici kılan tek yanı ise oyun boyunca yapacağınız combo ve ekranda sizi sürekli gaza getiren Crack Shot, Head Shot, Snap Shot, Death Roll, Gate Crasher gibi ibarelerle sizi gazlaması. Bu gaz ise sizin Kill Bar'ınızda ki bu aralıksız öldürdüğünüz düşman sayısına göre kombolarınızı gösteren X1, X2 .. diye giden bir çubuk. Eğer yeterli hızda değilseniz bu Kill Bar'ınızın düşmesi ve kombolarınızı kaybetmeniz ile ruhsal bir çöküntü yaşamanıza sebep olabilir! Oynanış tamamıyla kombolor üstüne kurulmuş durumda. Aksiyon hareketleri ile oyuna hakim olabilmeniz ise size kalmış. O yüzden ne kadar çok adam öldürürseniz ya da farklı çeşitte silahlar kullanırsanız eğlencenizde o oranla artacaktır. Aldığınız puan ve kombolar ise bölümün sonunda skor board'da sizin hanenize eklenecek ve ne sırada olduğunuzu görüp kasılabileceksiniz.

Oyunun tek kişilik bölümünde 8 harita ,bölüm yer alıyor. Bu bölümleri oynadıkça bir sonraki bölüm açılıyor. Her bölümün farklı bir amacı var. Kimi bölümde zaman bitmeden çok sayıda adam öldürmeniz gerekiyor, kimi bölümlerde belli bir alanda çok sayıda adam öldürmeniz gerekiyor, kimi bölümlerde ise bölümün sonuna ulaşana kadar adam öldürüyorsunuz. Hatta kimi bölümlerde gene adam öldürüyorsunuz.. Ama merak etmeyin bunun için oyunda kullanabileceğiniz silah çeşitliği ise arcade bir oyuna göre oldukça yeterli sayıda. Tabanca çeşitleri, taramalı çeşitleri, sniper tüfekler, el bombaları, ağır makinalı ve bazuka gibi silahlar ile oyunu oynayabilirsiniz.

Düşmanlarınız ise bölümler ilerledikçe sizi zorlayacak bir yapıya sahip. Bonus'lar ise tek eğlenceniz diyebilirim. Zorluk derecesini ise çok düşürmez iseniz eğlenceniz de biraz daha artacaktır. Zaten kısa olan bir oyunu hemen bitirmek istemezsiniz. Oyundan sizi soğutmayacak şeylerden bir diğeri ise etrafta görüp vurmanız gereken Skull Shot diye tabir edilen kuru kafa levhaları ve benzer atraksiyonel levhalar. Bölüm aralarındaki gizli bölümlerde ise Hidden Treasure levhalarını bulup ateş edebilirsiniz. Bunları vurmak ise eğlenceli sayılacak bir yapıya sahip. Yani adam öldürürken bir taraftan levha vurmanın nasıl kötü bir yanı olabilir ki? '100 Skull Shot' Achievment Unlocked diye bir ibare gördüğümde ise nasıl bir tatmin yaşayacağımı da tahmin edemiyorum.

Aslında The Club merakla beklediğim oyunlar arasındaydı. Özgün bir yapım olacağını, PS3 demosunu oynadığımda fena görünmediğini düşünmüştüm. Oyun çıktıktan sonra hemen oynamaya başladım bir solukta bitirdim. Sonra baktım elimdekilere ancak göremedim beklediğim oyunu. Ama hani hoş bir tat da bırakmadı değil bende. Yani eğer vur patlasın çal oynasın türündeki oyunları seviyorsanız seveceksinizdir eminim. Zaten bu aralar PC'de oynayacağınız düzgün bir tek kişilik oyunda yok. Zaman geçirebileceğiniz, amaçsızca adam öldürebileceğiniz bir oyun The Club. Oynarsanız bir şey kazanmazsınız ama oynamazsanız da bir şey kaybedeceğinizi düşünmüyorum.



Oyunun çoklu oyuncu kısmı ise bir hayli farklı moda sahip (Kill Match , Score Match , Hunted Killer , Team Kill Match , Team Capture , Team Siege , Team Skull Shot ) tek kişilik oyundan daha çok eğleneceğinizi ve oyunun hakkını vereceğinize de eminim. Oyunu bitirdiğinizde ise bölümleri tek tek oynayabileceğiniz Gun Play ve Turnuva modu da açılıyor bilmem ilgilenir misiniz.

Oyunun grafik ve seslerine gelecek olursam. Oyunun tema müziği feci şekilde Crackdown'a benziyor. Ya da ben Crackdown'ı çok sevdiğim için öyle geldi. Ama Silah sesleri, patlama ve atmosfer seslerine gelecek olursam silah sesleri sanki ilk GTA'dan kalmış gibi. Mantar tabacası gibi, kulakları tırmalayan bir yapıda sürekli ateş ettiğiniz bir oyunda tahmin edilemeyecek bir durum. Onun dışında patlama ve atmosfer ambiyansı ise kötü sayılmayacak iyi de durmayan bir yapıya sahip. Aslında Bizarre'den bu kadar vasat bir durum beklemiyordum desem de yeridir. Grafikler ise neyse ki sesler kadar kötü değil ve bazı bölümler gerçekten çok güzel gözüküyor, ışıklandırma ile harika bir görsellik sunuyor. Bazı bölümler ise sanki aynı oyundan değilde farklı bir oyundan gibi kararsız bir yapıya sahip. Arcade Shooter olması özelliği ile bu kadar fazla beklenti olmaz diye mi düşündüler yoksa şu an 50MB'lık bir oyunda bile sunulan harika grafiklerden haberleri mi yok emin de değilim.

Genel olarak The Club bekleneni veremeyen bir oyun gibi gözükse de başında eğlenceli vakit geçirebileceğiniz., stres atabileceğiniz ya da amaçsızca adam öldürebileceğiniz farklı olmaya çalışan ama bunu hakkıyla yerine getiremeyen bir oyun. Dediğim gibi oynarsanız bir şey kazanmayacağınız oynamazsanız da bir şey kaybetmeyeceğiniz bir oyun The Club. Oyunsuz kalmayın, iyi eğlenceler.





















Grafik: 4
Ses: 4
Genel: 4

İnceleme: Avencast: Rise of the Mage (PC)



Yazan: Ömer
Tür: RYO
Multiplayer: Yok
Yapımcı: Lighthouse Interactive
Dağıtımcı: Lighthouse Interactive
PEGİ: 12+
Sistem Gereksinimleri: Windows® XP / Vista™, 2.2 GHz Intel® Pentium® or 2200+AMD® Athlon™ işlemci, 512 MB (1GB Windows Vista™), GeForce FX 5700 / ATI Radeon 9700 ve üzeri. , HDD Alanı 4.4 GB

Büyücülük zor zanaat

Büyücüler mistik yaşamları ve güçleriyle, her türlü doğa üstü şeyden uzak, modern insanın oldukça ilgisi çekiyor. Popüler kültürün sevilir bir öğesi oldukları için, her yerde karşımıza çıkıyorlar. Öte yandan, onlar Fantastik Edebiyatın ve Rol Yapma oyunlarının vazgeçilmez birer parçası. Fantastik Öğeler içeren bilgisayar oyunlarında da mutlaka karşımıza çıkıyorlar, ancak ana karakter değillerdi. Avencast: Rise of Mage'de artık Büyücüler başrolde, diğer savaşçı karakter ise yardımcı oyuncu kadrosunda. Bu oyun, yapımcı Avustralya'lı ClockStone firmasının ilk projesi. Dört yıllık bir yapım sürecinden sonra, Avencast pek reklam yapmadan, mütevazı bir şekilde raflardaki yerini aldı. Oyun, Aksiyonlu Rol Yapma ya da diğer adıyla Action RPG türünde. Bu tarzda, oyuncular ilk önce kendilerine, tipini, özelliklerini belirledikleri ve kendileriyle özleşecek bir karakter yaratıyor. Böylece sanki o fantastik dünyada yaşıyormuşçasına maceralara atılıyorlar.

Bebeklikten başlayan macera

Oyunun hikayesi ise şöyle başlıyor, usta bir büyücü bizi bebekken buluyor ve himayesi altına alıp, Avencast büyücülük akademisine götürüyor. Burada karakterimiz büyücü olmak için eğitim almaya başlıyor. Bu okul Harry Potter'daki Hagwarts'a benziyor. Oyunun kontrolü bize geçince okulun içinde dolaşıp, maceraya atılmak için fırsat kolluyoruz. İlk başlarda az olan büyü gücümüzle, profesörlerin verdiği görevlere gidiyoruz. Bu görevler okulun yakınındaki, yaratıkları öldürmek gibi basit şeyler. Zaten daha çaylak bir büyücü olan karakterimizin, sadece enerji atma yeteneği var. Karşımıza çıkan yaratık türleri ise gerçekten fazla. Fantastik klasikleri olan hayalet, canavar, golem gibi varlıklar dışında, dev örümcekler ve kötü büyücüler de asamızın tadına bakıyor. Her öldürülen düşman, yönettiğimiz karaktere tecrübe puanları veriyor. Bu puanlar artıkça daha güçlü büyüler ve yetenekler kazanıyoruz...

Oyundaki büyüler, koruma, saldırma ve çağırma olarak üçe ayrılıyor. Çağırma büyüleri fantastik hikayelerin klasiğidir. Büyüyle, güçlü yaratıklar çağırıp, tüm işi onlar hallederken, bizde olayı izleyip eğleniyoruz. Oyunun konusu ilerledikçe, aksiyon dozu da artıyor, zindanlara ve mezarlara iniyoruz ve buradaki şeytani varlıklarla savaşıyoruz. Buralardan bulabileceğimiz yada Avencast’daki satıcılardan alabileceğimiz, 120 tane silah ve büyülük kıyafet seçeneği var. Bunlar karakterimizin gücünü ve özelliklerini artırıyorlar.



Avencast'ın Rol Yapma tabanlı oynanış sistemi, kendini sonuna kadar hissettiriyor. Kontrol ettiğimiz karakter büyücü olduğu için, bir savaşçı gibi büyük çatışmalara girmek neredeyse imkansız. Hayata kalmak için tıpkı bir büyücü gibi zeki ve kurnaz davranmak lazım. Okulun içinde dolaşırken, etraftakilerle konuşup, görevler ve gerekli bilgileri alıyoruz. Bu konuşmalar ise tiyatrocuların ve profesyonel dublajcıların içi. Tonlamalar ve vurgulamalar insanı etkiliyor. Müzikler ise bulunduğumuz atmosfere uyum sağlayacak şekilde değişiyor…

Avencast’ın tüm bu çekici yanlarına karşın ne yazık ki, yapımcısının ilk oyunu oluşunun getirdiği eksiklikleri de var. Kameralar bazen rahatsız edici açılardan gösteriyor. Ufak tefek kontrol hataları da mevcut. Ancak tüm bunlara rağmen, oyun iddiası olan büyücülük hissini sonuna kadar veriyor. Büyü severler için Avencast: Rise of the Mage yerinde bir tercih. Zaten süpürge ve asa yerine Mouse kullanmak daha kolay.

üyücüler mistik yaşamları ve güçleriyle, her türlü doğa üstü şeyden uzak, modern insanın oldukça ilgisi çekiyor. Popüler kültürün sevilir bir öğesi oldukları için, her yerde karşımıza çıkıyorlar. Öte yandan, onlar Fantastik Edebiyatın ve Rol Yapma oyunlarının vazgeçilmez birer parçası. Fantastik Öğeler içeren bilgisayar oyunlarında da mutlaka karşımıza çıkıyorlar, ancak ana karakter değillerdi. Avencast: Rise of Mage'de artık Büyücüler başrolde, diğer savaşçı karakter ise yardımcı oyuncu kadrosunda. Bu oyun, yapımcı Avustralya'lı ClockStone firmasının ilk projesi. Dört yıllık bir yapım sürecinden sonra, Avencast pek reklam yapmadan, mütevazı bir şekilde raflardaki yerini aldı. Oyun, Aksiyonlu Rol Yapma ya da diğer adıyla Action RPG türünde. Bu tarzda, oyuncular ilk önce kendilerine, tipini, özelliklerini belirledikleri ve kendileriyle özleşecek bir karakter yaratıyor. Böylece sanki o fantastik dünyada yaşıyormuşçasına maceralara atılıyorlar.

Bebeklikten başlayan macera

Oyunun hikayesi ise şöyle başlıyor, usta bir büyücü bizi bebekken buluyor ve himayesi altına alıp, Avencast büyücülük akademisine götürüyor. Burada karakterimiz büyücü olmak için eğitim almaya başlıyor. Bu okul Harry Potter'daki Hagwarts'a benziyor. Oyunun kontrolü bize geçince okulun içinde dolaşıp, maceraya atılmak için fırsat kolluyoruz. İlk başlarda az olan büyü gücümüzle, profesörlerin verdiği görevlere gidiyoruz. Bu görevler okulun yakınındaki, yaratıkları öldürmek gibi basit şeyler. Zaten daha çaylak bir büyücü olan karakterimizin, sadece enerji atma yeteneği var. Karşımıza çıkan yaratık türleri ise gerçekten fazla. Fantastik klasikleri olan hayalet, canavar, golem gibi varlıklar dışında, dev örümcekler ve kötü büyücüler de asamızın tadına bakıyor. Her öldürülen düşman, yönettiğimiz karaktere tecrübe puanları veriyor. Bu puanlar artıkça daha güçlü büyüler ve yetenekler kazanıyoruz...

Oyundaki büyüler, koruma, saldırma ve çağırma olarak üçe ayrılıyor. Çağırma büyüleri fantastik hikayelerin klasiğidir. Büyüyle, güçlü yaratıklar çağırıp, tüm işi onlar hallederken, bizde olayı izleyip eğleniyoruz. Oyunun konusu ilerledikçe, aksiyon dozu da artıyor, zindanlara ve mezarlara iniyoruz ve buradaki şeytani varlıklarla savaşıyoruz. Buralardan bulabileceğimiz yada Avencast’daki satıcılardan alabileceğimiz, 120 tane silah ve büyülük kıyafet seçeneği var. Bunlar karakterimizin gücünü ve özelliklerini artırıyorlar.



Avencast'ın Rol Yapma tabanlı oynanış sistemi, kendini sonuna kadar hissettiriyor. Kontrol ettiğimiz karakter büyücü olduğu için, bir savaşçı gibi büyük çatışmalara girmek neredeyse imkansız. Hayata kalmak için tıpkı bir büyücü gibi zeki ve kurnaz davranmak lazım. Okulun içinde dolaşırken, etraftakilerle konuşup, görevler ve gerekli bilgileri alıyoruz. Bu konuşmalar ise tiyatrocuların ve profesyonel dublajcıların içi. Tonlamalar ve vurgulamalar insanı etkiliyor. Müzikler ise bulunduğumuz atmosfere uyum sağlayacak şekilde değişiyor…

Avencast’ın tüm bu çekici yanlarına karşın ne yazık ki, yapımcısının ilk oyunu oluşunun getirdiği eksiklikleri de var. Kameralar bazen rahatsız edici açılardan gösteriyor. Ufak tefek kontrol hataları da mevcut. Ancak tüm bunlara rağmen, oyun iddiası olan büyücülük hissini sonuna kadar veriyor. Büyü severler için Avencast: Rise of the Mage yerinde bir tercih. Zaten süpürge ve asa yerine Mouse kullanmak daha kolay.




















Grafik: 3
Ses: 3
Genel: 3

İnceleme: Burnout Paradise (PlayStation 3)



Yazan: Ömer
Tür: Yarış
Multiplayer: Var
Yapımcı: Crterion Games
Dağıtımcı: Electronic Arts
PEGİ: 3+

Yarış oyunları her zaman oyun sektörünün en çok alıcısı olan oyunları olmuştur. Yarış oyunları arasında bazı oyunlar vardır ki diğer oyunlardan kendini sıyırır ve yarış oyunlarını sevmeyen insanları bile ekran başına oturtur. Burnout serisi bu tarz oyunlara çok güzel bir örnektir. Yarış ve hız merakının yanı sıra kaza yapma anının heyecanı ve keyfini oyun dünyasına getiren ilginç bir seridir Burnout. Serinin her oyunu kendini geliştirmeyi bilmiş ve yapımcı firma Creterio getirdiği yeniliklerle Burnout serisini taze ve uzun süre oynanan bir oyun olarak tutmayı başarmıştır.

Burnout Paradise kuşkusuz serinin en büyük değişimini geçirmiş oyunu. Bu değişimin kaynağı da oyuna adını veren Paradise City. Yarış severler için cennet olarak nitelendirilen bu şehir daima heyecan olan ve hiç durmayan devasa bir şehir. Eski Burnoutlardaki gibi yarışları haritadan seçip oynamıyoruz artık. Kendimiz aracımızla şehirin istediğimiz yerine yolculuk yapabiliyoruz. İstediğimiz yarışlara aracımızı sürerek gidiyor ve canımız sıkıldığında müsabakaları bir kenara koyup Paradise City'de istediğimiz gibi hız yapıp eğlenebiliyoruz. Macera oyunlarında sıklıkla görmeye başladığımız sandbox oyun tarzı (Sandbox oyunlar: Bulunduğunuz mekanda istediğiniz gibi gezinip istediğiniz şeyleri özgürce yapabildiğiniz oyunlar, Gran Theft Auto gibi) bir yarış oyununa ancak bu kadar güzel adapte edilebilirdi heralde. Burnout serisi sadece yarış değil kaza yapmayı da eğlenceli bir hale getirdiği için bu değişim oyuna büyük bir lezzet katmış. Paradise City tamamen bu kıstaslar üzerine kurulmuş çok eğlenceli bir şehir.

Müsabakalar ise şehirin her yerine dağılmış durumda. Yollarda karşınıza çıkacak olan her bir trafik ışığında bir müsabaka var. Müsabakalar bir kaç ana daldan oluşuyor ve ekranda görebileceğiniz küçük haritada trafik ışıklarının olduğu dönemeçlerde değişik renklerle hangi tarz müsabakalara girebileceğiniz açıkça gözüküyor. Herhangi bir trafik ışığına gidip R2 ve L2 tuşlarına aynı anda bastığınızda müsabakaya katılıyorsunuz.



Mavi renkle belirtilmiş olan köşelerde bildiğimiz basit yarışlara katılabiliyoruz. Bu yarışlar bulunduğunuz noktadan başka bir noktaya kadar olan yarışlar ve diğer yarışçılardan önce bitiş çizgisine ulaşmanız gerekiyor. Yarış sırasında rakiplerinizi yolun dışına iterek veya başka araçlara çarptırarak turbo kazanabiliyorsunuz. Ayrıca yarışı istediğiniz istikametten giderek bitirebiliyorsunuz. Bu da yarışları bile istediğiniz gibi şekillendirmenizi sağlıyor.

Kırmızı renkteki köşelerde Road Rage adındaki müsabakalara katılıyoruz. Road Rage'de belirli bir süre içerisinde belirli sayıdaki rakibi takedown yapmamız gerekiyor. Takedown demek rakip araca kaza yaptırıp oyundan egale etmek demek. Road Rage sırasında bir aracı takedown yaptığınızda bir miktar süre kazanıyorsunuz. O yüzden bu müsabakada süreden çok aracınızı sağlam tutmanız önemli. Üç kere kaza yaptığınızda aracınız kritik hasar almış oluyor ve yarış sizin için bitiyor. Eğer haritada ingiliz anahtarı simgesi ile gösterilen tamir bölgelerinden geçerseniz aracınız yenileniyor. Road Rage'de hangi yöne gittiğinizin bir önemi olmadığı için, tamir noktaları arasında yol almanız çok faydalı olabilir.

Yeşil renkteki köşeler Stunt Run müsabakaları. Stunt Run'da belirli bir sürede belirli bir puanı kazanmaya çalışıyoruz. Puanları yaptığınız riskli hareketler sayesinde alıyorsunuz. Rampalardan uçmak, drift dediğimiz aracı kaydırarak virajları almak veya çok aşırı hızlara ulaşmak gibi bir çok seçeneğe sahipsiniz. Fakat bu müsabakalar gerçekten zor ve yüksek puanlar almak için yüksek uçuşlar yapmalı ve haritanın değişik yerlerine dağılmış olan Burnout tabelalarını parçalayıp x2 puan arttırıcıları bulmalısınız. Bu müsabakalara girmeden önce o bölgede daha çok nerelerden puan alabileceğinizi hesaplayıp da yarışa başlamanızı tavsiye ederim.

Sarı renklerdeki köşeler Marked Man adındaki müsabakalara ait. Marked Man'de bir yerden bir yere tek parça olarak varmaya çalışıyoruz. Süre sınırlaması olmasa da sizi indirmeye çalışan delirmiş sürücüler başınızın belası olacaklar.

Son olarak da turuncu renkteki köşeler özel yarışlar için. Bu köşelerde sadece belirli bir araçla yapabileceğiniz Burning Route yarışı var. Bu yarışlarda belirli bir sürede bir yerden bir yere ulaşmaya çalışıyorsunuz. Eğer başarabilirseniz kullandığınız aracın modifiye edilmiş yeni bir versiyonu kolleksiyonunuza katılıyor.

Oyunda aynı eski Burnout'larda olduğu gibi zamanla açabileceğiniz onlarca araç var. Müsabakaları bitirdikçe yeni açılan aracın Paradise City sokaklarında dolaştığı haberini alıyorsunuz. Bu haberi duymak o aracı kullanmak için yeterli değil. Sokaklarda gezinirken o aracı gördüğünüzde yakalayıp indirmelisiniz. O zaman araç kolleksiyonunuza katılıyor. Sahip olduğunuz araçları görmek veya değişik bir aracı kullanmak için haritada bulabileceğiniz araba mezarlığına gidip istediğiniz aracı seçebilirsiniz. Araçlar listenize yeni eklendikleri zaman en azından bi kere tamirhaneye gidip aracı yenilemelisiniz. Ondan sonra araba mezarlığında aracın desen ve renklerini değiştirme şansına sahip oluyorsunuz.

Oyunda D sınıfı ehliyetle başlıyorsunuz ve A'ya kadar çıkıyorsunuz. A sınıfı ehliyetten sonra oyunun yaklaşık %30-40'ını bitirmiş olabilirsiniz. Asıl zor olan %60'lık bölümü daha yeni başlıyor. A sınıfı ehliyetten sonra uzun bir süre Paradise City özel ehliyetini almak için uğraşacaksınız ve ötesinde Elite tipi ehliyete kadar süren uzun bir yol var. Oyun gerçekten dopdolu ve uzun. Oyunu % 100 bitirmeyi düşünenlere şimdiden kolaylıklar diliyorum.



Paradise City sokaklarında dolaşırken istediğiniz zaman Start tuşuna bastığınızda ana menüye geliyorsunuz. 3 ana başlıktan oluşan bu menüde oyunun detaylarını görüp bazı ayarlamaları yapabilirsiniz. Bu başlıklar sırası ile şunlar;

Driver Details: Ehliyetinizi ve şu andaki durumunuzu görmeye yarayan bölüm. Burada License bölümünde oyunun ne kadarını tamamladığınızı, kaç arabaya sahip olduğunuzu, kaç müsabakaya katıldığınızı vs. görebelirsiniz. Records bölümünde şu ana kadar yaptığınız en iyi drift, en yüksek uçuş gibi rekorlarınızı görebilirsiniz. Son olarak da Discovery bölümünde oyunda kaç uçuş rampasını, kaç dur tabelasını indirdiğinizi veya kaç Burnout tabelasını parçaladığınızı görebilirsiniz.

Under the Hood: Burada oyunun Save/Load seçenekleri ve ayarlarına ulaşabilirsiniz.

Paradise City Online: Burada da online skorlarınızı ve geçmişinizi görebilirsiniz.

Burnout Paradise online oyunlara da büyük bir değişiklik getirmiş. Oyunu online oynamak istediğinizde diğer oyunlarda olduğu gibi bir menüye ve oradan da bir lobi ekranına gitmiyoruz. Oyunda istediğiniz zaman sağ yön tuşuna basıp online oyuna bağlanabilir ya da yeni bir online oyun yaratabilirsiniz. Oyun o anda bulunduğunuz yerde online oyunu başlatıyor. Yani ne bir yükleme ekranı ne de bir lobi ekranına geçiyoruz. Paradise City'nin kendisi lobi ekranı oluyor bile diyebiliriz.

Online olarak da aynı tek kişilik oyundaki gibi bir özgürlüğe sahipsiniz. İstediğiniz gibi dolaşabilir istediğiniz zaman bir yarış veya müsabaka başlatabilirsiniz. Online olarak normal yarışlar dışında çok değişik müsabakalar başlatabiliyorsunuz. Oyuncu sayısına göre değişik müsabakalar var ve multiplayer oyunların tümü çok zevkli.




Bu arada tüm yarış tiplerinden bahsettik ama Burnout serisinin ünlü kaza yapma bölümü olan CRASH'den bahsetmedik. Crash, Paradise'da Showtime adı ile geliyor. Showtime için özel bir yarış tipi yok, aslında showtime bir müsabaka tipi bile değil artık. Oyunda istediğiniz anda L1 ve R1 tuşlarına aynı anda basarak showtime'a geçiyorsunuz. Aracanız aynı eski Crash'de olduğu gibi patlıyor ve diğer araçların üzerine doğru yönlendirebiliyoruz ve araçların üzerinde değerleri rakamlarla belirtiliyor. Eski oyunlardan farklı olarak bu patlamayı X tuşuna tekrar tekrar basarak devam ettiriyor oluşumuz. Yeni bir araca çarptığınız sürece kombo devam ediyor ve tekrar X tuşu ile patlayıp ilerlemeye devam ediyoruz. Showtime çok eğlenceli olmuş ve 15 dakika boyunca haritanın bir köşesinden öbürüne patlayarak ve hoplayarak gitmek mümkün. Fakat eskisi gibi offline multiplayer crash müsabakası yapamıyor oluşumuz çok üzücü.

Oyun tüm bu içeriği muhteşem grafikler ve bir o kadar muhteşem fizik yapısı ile bizlere sunuyor. Oyunda görsel olarak rahatsız edici veya kötü diyebileceğiniz neredeyse bir texture bile yok. Araçları sadece sürerken değil kaza yapıp hurdaya çevirirken de bu oyunu ne kadar başarılı bir takımın yarattığını anlıyoruz. Araçlarımız kaza sırasında tuzla buz olurken camların parçalanması, kaportanın içeri geçmesi, aracın darbelerin şiddeti ile konserve kutusu haline gelmesi muhteşem yapılmış. Ayrıca kazalardan sonra değişik açılardan, kazayı ve aracımızın attığı taklaları görebileceğimiz kameralarda oyunu görsel açıdan zenginleştirmiş.

Burnout Paradise şu anda piyasadaki en başarılı ve eğlenceli yarış oyunlarından birisi. Kalitesi her oyunda biraz daha yükselen Burnout serisi Burnout Paradise ile yeniden parlıyor diyebiliriz.

Hem PS3 için hem de 360 için kaçırılmaması gereken bir oyun olan Burnout Paradise'ı şiddetle tavsiye ediyorum. Hepinize bol oyunlu günler.


















Grafik: 5
Ses: 5
Genel: 5

İnceleme: Metroid Prime 3: Corruption (Nintendo Wii)



Yazan: Ömer
Tür: Aksiyon
Multiplayer: Var
Yapımcı: Nintendo
Dağıtım: Nintendo
PEGİ: 12+

Daha önce Warioware ve Legend Of Zelda'nın Wii'de çok daha fazla eğlendirmesi kontrol açısından bulabildiğimiz kanıtlardı. Bir kanıt da ses ve grafikler için verelim dedik...

Şöyle bir geçmişe baktığımda en sıkıntı çekmeden oyun yapan firmanın Nintendo olduğunu gözüm kapalı söyleyebilirim. Çünkü o kadar çok ürettikleri karakter ve oyun var ki, sandıklarını biraz karıştırınca hemen "şunu yapalım, zaten uzun süredir dokunmamıştık, tozlanmış üzeri" deyip oyunu çıkartıveriyor ve üzerinde bir iki sene çalışıp mükemmel bir oyunlarını da önümüze koyuyorlar. Kendileri uğraşmak istemezlerse de ikinci parti firmalarından birisine işi atayıp, daha güzel bir iş çıkartmalarını sağlıyorlar (Bkz: Pokémon serisi). Bugün ki inceleme konumuzda bu oyunlardan birisi olan, Metroid Prime Corruption.

Metroid serisi evrim geçirip üçüncü boyuta geçtiğinde ismi Metroid Prime olarak değişmişti hatırladığımız gibi. İlk oyun Gamecube'e çıkıp hepimizi sarsmıştı, hemde ne sarsma... Birinci kişi bakış açısından oynadığımız bir Adventure oyunu vardı karşımızda. Bunun çok rastlanan bir durum olmaması bir yana, oyunun aksiyonu bol, bulmacaları zorlayıcıydı yani tam anlamıyla mükemmel bir oyundu. İkinci oyunda ilk oyunun kaldığı yerden kelle avcısı Samus ile bu sefer daha kasvetli bir ortamda yolumuzda ilerlemiştik. "Japonlara FPS sevdiren oyun" olarak da bilinen Metroid Prime'ın ikinci halkası ilk oyunun üzerine pek bir şey katmadığı için fazla sarsıcı değildi ama ilk oyunda mükemmel olan her şey bu oyunda da mükemmeldi. Retro Studios başka Metroid oyunu yapmamayı planlıyordu fakat gelen fan baskısı ve Nintendo'nun serinin yarım kaldığını, müthiş bir finalle bitmesi gerektiğini düşünmüş olsa gerek, üçüncü oyununda bizimle buluşması çok uzun sürmedi.

İkinci oyunda pek fazla gelişim olmadığını gören Retro Studios sanırım "mükemmel olduğumuz yerden abanalım" felsefesi ile başlamış olsa gerek oyuna, oyunun zaten şahane olan özellikleri "artık daha iyisi yapılamaz" dedirtiyor bize.

Rot, balans ayarı, Direksiyon ayarı, Wii-Mote ayarı ?(!):

Wii'nin pazara girerken ki en büyük silahı, hiç kuşkusuz tamamıyla yenilenmiş, eşi olmayan kontrol sistemiydi ve bu kontrol sisteminin en etkin biçimde FPS oyunlarında kullanılacağını hepimiz adımız gibi biliyorduk (Hala FPS açısından kullanılan ışın kılıcı fantezisi güdüyorum, LucasArts duy sesimi!). Oyunda bizi daha öncede mükemmel olan kontrollerini Wii-Mote'un marifetleri ile birleştirerek tabiri caizse bağrımızdan vuruyor. Oyuna ilk başladığımda "bu ne biçim konsol FPS'si, nasıl bu kadar rahat olabilir?" demeniz kuvvetle muhtemel. Benim ilk tepkim bu oldu en azından. Bir kere kesinlikle klavye + Mouse ikilisinden çok daha rahat bu kontrol şeması. Fakat diğer FPS oyunlarında bir zorluk vardı, bu da bizim fazla havaya girip Wii-Mote’u ekranın alakasız yerlerine tutup ekrandaki imleci saçma yerlere götürebiliyorduk. Retro Studios önceden bunu kestirmiş olacak ki oyun dizginleri kontrol konusunda asla elden bırakmıyor. İmleci en fazla ekranın kenarına bir santimetre kalana kadar yaklaştırabiliyoruz (Ya da ben abartmadım kontrol işini =). Sürekli bir biçimde imleç ekranın ortasında kalma eğilimi gösteriyor, hani arabalarda direksiyonu kırdıktan sonra tekrar merkez noktasına döner ya direksiyon, tıpkı onun gibi bir şey bu. Daha açıklayıcı olabilir miyim bu konuda bilemiyorum.



Diyebilirsiniz ki "kardeşim ben tam kontrol isterim!" inanın bana konu Metroid Prime ise istemezsiniz. Bu teknolojinin adı nedir bilmiyorum, hatta bir teknoloji olduğundan bile şüpheliyim, (bana kalırsa Wii'nin ilahi güçlerinden biri bu da) kontrolü inanılmaz derecede kolaylaştırıyor.

Az mı cilaladık acaba, yoksa siyaha mı boyasak?:

Metroid Prime’ın ilk oyundan beri başarılı olduğu bir diğer konu ise grafikleriydi kesinlikle. GameCube’ün neler yapabileceğini bize gösteren ilk oyunlardan birisi olması yanında, sektöründe en iyi grafikli oyunlarındandı. Hatta serinin ikinci oyununda gelişen tek şeyin grafikler olduğu kabul gören bir söylemdir. Gelişen grafikler diye bahsettiğim şeyi tabii ki MGS3 ile MGS4 arasındaki fark gibi algılamamak gerekli, sonuçta Nintendo sadece eski donanımının iki katı güce çıkmakla yetindi bu nesilde. Yeni konsolun yapabileceklerini ilk gösteren oyunda yine Metroid oldu sanırım. Işıklandırmalar, gölgeler, kaplamalar daha saymayı unuttuğum bir çok grafiksel unsurda kayda değer gelişme yaşanmış. Şimdilik Wii'nin en iyi grafikli oyunu olduğu kesin en azından. Yine de beni rahatsız eden bir konu var, değinmeden edemeyeceğim. İlk oyunda cıvıl cıvıl renkler gördük "yuppiiii" dedik, ikinci oyunda daha kasvetliydi etrafımızdaki objeler, tema gereği dedik. Ama bu sefer biraz fazla kararmış sanki... Tamam bu oyunun teması daha karanlık ikinci oyuna göre, hatta düşmanlarımızdan birisi bile bizim karanlık versiyonumuz ama oyun gittikçe kararıyor Retro, grafik hatalarını saklamak için yapıyorsan hiç yapma şahin gözlerimizden kaçmaz hiçbir şey. Hadi git şimdi dersine çalış biraz daha.

Ses sisteminede bir el atalaım yahu:

Nintendo oyuncularının artık özümsediği, Xbox, Sega, Playstation oyuncularının önünde "olamasa da olur, ne olmuş yani? Kratos böğürünce çok mu haz alıyorsunuz? (alıyorsunuz biliyorum) diyip boynunu bükmesine sebep olan bir konuydu karakterlerin tümünün dilsiz olması. Hani seslendirmeler ile gelmeseydi de içerlemezdik artık, hatta korkmuştuk bile "kötü seslendirip berbat edecekler oyunu" diye ama bu sefer düşündüğümüz gibi olmadı. Seslendirmeler gerçekten kaliteli olmuş, bu iş de çok iyi kotarılmış Retro tarafından. Zaten serinin her oyunundan sonra birde Soundtrack çıkartılabilecek kadar iyi müzikleri vardır, bu oyunda da müzikler eski kalitesinde, hatta artık Midi yerine MP3 kullanılabildiği için daha da kaliteli. Seslendirme konusundaki endişelerimizi haksız çıkarttığı için Retro'yu alnından öpüyor, aslanım benim hep böyle ol deyip bir güzelde gaz veriyorum.

Neden Internet koymadınız ya bu arabaya?:

Gazı alan Retro şımardı tabii, tembelliğe vurdu işi. Hani bizim multiplayer'mız Retro? Ayıp ettin bak şimdi... Multiplayer mod eklesen Halo kadar sarsıcı olacaktı ne güzel oyun. Gerçi suç sende değil diye tahmin ediyorum, Nintendo'nun online oyunlara bakışı nedense hala soğuk hatta açıklamayı yapan şahsı hatırlamıyorum fakat "bizim oyuncularımız arkadaşlarıyla yan yana gelip oyun oynamayı seven kişiler" demişti zamanında. Hayır kardeşim, hiçte öyle değil. Ben Amerika’daki beş yaşındaki Jimmy’nin de, Japonya’daki yetmiş yaşındaki Sakura teyzemin de hakkından gelmek istiyorum yeri geldiğinde. Olmamış bu...



Buram buram alın teri ve profesyonellik kokan bir oyun karşımızdaki. Metroid serisi iyi İngilizce gereksinimi ve kafa patlatılmadan çözülmeyen bulmacaları yüzünden, daha çok vur vur inlesin tarzı oyunlardan hoşlanan oyuncularımız tarafından pek tercih edilmeyen bir seri olmuştur hep fakat bu mükemmelliği gölgelemiyor tabii ki. Zorluktan hoşlanan her oyuncuya tavsiye edebileceğim, oynanmasa bile arşive koyulup arada kitapçığı okunası, ana menü açılıp giriş müziği dinlenesi bir oyun kesinlikle.





















Grafik: 5
Ses: 5
Genel: 5

İnceleme: Ace Combat 6: Fires of Liberation (Xbox 360)



Yazan: Ömer
Tür: Simulasyon
Multiplayer: Var
Yapımcı: Namco
Dağıtımcı: Namco
PEGİ: 12+

Özellikle Top-Gun veya pek çok B sınıfı Amerikan savaş filmini izleyerek büyüyen bir neslin bir dönem çocukluk hayali olmuştur savaş uçağı pilotu olmak. Kimilerimiz o hayalin peşinden gitmiştir kimilerimiz ise pilot olma yolunda türlü engellere takılmıştır. Çoğumuz ise unutup gitmişizdir. İşte şimdi anısını hatırlayan herkes için o hayali zihninize yansıtmak için yeni bir fırsat Ace Combat.

Git meleklerle dans et

Öncelikle oyunun konusundan biraz bahsetmek istiyorum. Slav aksanıyla konuşan bir takım kötü adamların Amerikan aksanıyla konuşan diğer bir takım adamların ülkesini işgalini konu alan oyunumuzda küçükken izlediğiniz filmlerde ne varsa hepsi mevcut. İyiler, kötüler, gerçek hayattan alınmış uçaklar, kötü adamların kullandığı ve kağıt üzerinde daha iyi duran diğer başka uçaklar, her şeye artist cevaplar veren wingman'iniz, esprili telsiz konuşmaları, olayların sürekli sizin etrafınızda dönmesi, devasa fütüristik uçan uçak gemisi(!), sarışın kadın, karşı tarafın esas pilotu gibi gözlerinizin arayacağı her detayı bulabiliyorsunuz. Siz yukarda heyecanlı görevleri peşi sıra icra ederken aşağıda bölüm aralarında kısa videolarla size anlatılmaya çalışılan bir hikaye devam etmekte. Ancak sizin oyun boyunca yaptıklarınızla uzaktan yakından bir alakası yok. Hatta tam bir pembe dizi kıvamında.

Gökyüzünde yapabilecekleriniz ise adeta kafanızdaki savaş pilotunun hayat bulması için tasarlanmış. Oldukça inandırıcı grafikler ve efektler eşliğinde tam da kafanızda yarattığınız şekilde bir pilot olma şansınız mevcut. Özellikle yaratılan yeryüzü manzaraları görsel açıdan çok başarılı ve görüş mesafeniz de oldukça geniş. Uçuş dinamikleri ise ne bir simülasyon oyunu gibi sizi sıkacak kadar detaylı ne de After Burner oynuyormuşcasına yapay. Görev sonrası replay’lerle oyundaki Top-Gun vari sinematik hava iyice pekiştirilmiş. Ace Combat'ın Xbox 360'la başlayan yeni nesil serüveni gerçekten iyi bir giriş yapmış.

Başlamadan önce tutorial bölümlerine mutlaka göz atmanızı öneririm. Özellikle daha önce bu tarz bir oyun oynamadıysanız oyunun kontrollerini tamamen arcade tarzı "kolu sağa itince uçağın sağa gitmesi" şeklinde açıklanabilecek şekilde de ayarlayabiliyorsunuz. Ancak bunun eğlenceli olduğunu söylemek pek mümkün değil.



Bir uçak, 200 misil

Oyuna ilk başlağınızda bir kaç bölüm boyunca hepimizin artık aşina olduğu F-16C'leri kullanmak durumundasınız. Ancak daha sonra devam eden 15 bölüm boyunca Mirage'dan Tornado'ya, F-14, F-4, F-117 ve F-22 gibi pek çok uçağı kullanmaya hak kazanıyorsunuz. Serinin önceki oyunlarından daha az uçak çeşidi bulunsa da beklentileri karşılamak için fazlasıyla yeterli. Hoşunuza gidebilecek bir detay ise oyun simülasyon kontrolleri yansıtmasa da istastik ekranında daha zayıf gözüken F-16 gibi bir uçakla çevrim içi oyunlarda pek çok pilotu ağlatabilme potansiyeliniz var. Bu da belli başlı savaş uçuşu dinamiklerinin oyunda geçerli olduğu anlamına geliyor. Ayrıca görevlere başlamadan önce hem wingman'ininiz hem de kendiniz için uçak seçtiğiniz gibi bir de silah seçimleri yapıyorsunuz. Bu şekilde kendiniz kara hedeflerine odaklanırken wingman’inizi hava hedefleri için donatabiliyorsunuz.

Wingman’inizden bahsetmişken aldığınız hedefe göre ona saldır veya koru gibi basit komutlar verebilmektesiniz. Ancak bir de Allied Assault ve Allied Cover komutları var. Belli sayıda düşman veya hedef vurduğunuzda bir bar doluyor ve boşalana kadar siz bu komutları verebiliyorsunuz. Allied Assault komutu verdiğinizde o an görüş alanınızda olan mevcut tüm hedeflere sizin tarafınızda savaşan diğer uçaklar tarafından saldırı yapılıyor. Bu an oyunda belki de görsel olarak en başarılı ve epik anlardan biri. Allied Cover ise sizi korumaları için verdiğiniz bir komut ve inanın buna ihtiyacınız oluyor. Yazının başında olayların sizin etrafınızda döndüğünü söylemiştim. Bu durum sadece telsiz mesajlarıyla sınırlı değil. Savaşların büyük çoğunluğunda düşman uçaklarının bir numaralı hedefi sizsiniz. Hatta zorluk derecesinin en yüksek olduğu durumda bütün müttefikleriniz uyurken düşman adeta yağmur olup üzerinize yağıyor. Sırf bu nedenle bazı görevler saç baş yoldurtacak kadar zorlaşabiliyor. Simülasyon olmasa bile üzerinize gelen ondan fazla misilden kaçınmak çoğu zaman pek mümkün değil.

Blackout

Oyunda ne kadar başarılı bir uçuş dinamiği mevcut olsa da single player modunda düşman yapay zekasının bocaladığını özellikle ilerki bölümlerde ister istemez fark ediyorsunuz. Şöyle bir örnek vermek gerekirse; düşman uçağıyla dog fight’a başlayıp loop’lar yapmaya başladığınızda karşınızdaki düşman uçağı durumu kavrayıp arkanıza geçmeye çalışıyor. Ancak altınızda F-14 gibi hızlı bir uçak varsa hiç stall olmadan sürekli High-G loop’lar yapmaya başlarsanız anlamsız bir biçimde burun üstü üzerinize gelerek size çarpmaktalar. Elbette böyle bir şey bir simülasyon oyununda olamayacağından bazen yadırgayabiliyorsunuz. Bu durumlarda hava freni yapıp düşmanı önünüze alarak parmağınızı topunuzdan çekmemenizi tavsiye ederim. Bu hareketin Top-Gun’da olan klişelerden birine gönderme olması oldukça olası.



Görevlere başlamadan önce briefing’leri iyi okumanız çok önemli çünkü ne tip bir uçak kullanmanız gerektiğine görevin hedefleri gereği karar vermeniz en sağlıklısı olacaktır. Manevra kabiliyeti ya da hız, kara veya hava hedefleri için farklı odaklanmış uçaklar kullanmanız en mantıklısı olacaktır. Yine de oyunu bütün zorluk derecelerinde en az bir kez bitirmiş biri olarak söyleyebilirim ki “tank katili” diye anılan eski bombardıman uçağı A-10 oyunda en çok kullandığım uçakların başında geldi. İçinde bulunduğu atmosfer düşünüldüğünde görevlerin sıkıcı olduğunu söylemek zor. Zaten oyun da fazla uzun değil.

Kartallar yüksek uçar

Yeni nesile geçen Ace Combat çok büyük yenilikler yapmadan konsollarımızı ziyaret etmiş. Ancak içerdiği aksiyon ve neredeyse gerçek gibi gözüken uçuş görselleriyle gerçekten göz dolduruyor. İsterseniz Maverik olun isterseniz Yüzbaşı Pilot “Oyuncu”. Zihninizdeki pilot belki ilk kez gerçekten kanatlanıp uçacak. Görsellere eşlik eden sesler ve müzikler ise uçarkenki epik havaya azami katkı sağlıyorlar. Menülerin biraz fazla sade kalması ve senaryonun hafif çuvallaması dışında sizi rahatsız edecek hiç bir şey yok. Zaten bir kez uçmaya başlayınca herşeyi unutuveriyorsunuz. Benim gibi eski simülasyon kurtlarına dahi kendini oynatabilen eğlenceli bir yapım olmuş. Hala beğenemiyorsanız gidin meleklerle dans edin.




















Grafik: 5
Ses: 4
Genel: 4

Yoldakiler

Bu ay çıkacak PC, PS3 ve Xbox 360 oyunları.

PC



Devil May Cry 4
Capcom
Aksiyon
5 Şubat 2008



Conflict: Denied Ops
Pivotal Games
Aksiyon
12 Şubat 2008



The Club
Bizzare Creations
Aksiyon
15 Şubat 2008



Frontlines FoW
Kaos Studios
Aksiyon
25 Şubat 2008

PlayStation 3



Burnout Paradise
Criterion Games
Yarış
22 Ocak 2008



Turok
Propaganda Games
Aksiyon
5 Şubat 2008



Devil May Cry 4
Capcom
Aksiyon
5 Şubat 2008



FIFA Street 3
EA Sports BIG

Spor
18 Şubat 2008


Xbox 360



Burnout Paradise
Criterion Games
Yarış
22 Ocak 2008



Turok
Propaganda Games
Aksiyon
5 Şubat 2008





DM M&M: Elements
Aksiyon / RYO
Ubisoft
18 Şubat 2008

Haberler: Sony oyun bölümünde kan değişimi

Sony Computer Entertainment'ın dünya çapındaki stüdyolarının başında bulunan Phil Harrison, görevinden istifa etti. Sony, boşalan bölgeye Japon Kazuo Hirai'yi getirdi. Phil Harrison bu görevi tam 15 yıldır yapıyordu.

Söylentilere göre Phil Harrison, şuan Atari ile görüşme içindeymiş.